Şiir Defteri

Başkomiser'in arabası

Yazan: Polet
09.11.2025 / 11:38
27 kez görüntülendi
0 yorum yapıldı
Doksanlı yılların sonlarındayız. Cep telefonları yeni yeni çıkıyor. Ayazağa Şehit Mürüvvet Akpınar Polis Karakolunda görevliyiz. Hemen bir kilometre kadar yukarımız Maslak. Maslak dediysek öyle sıradan bir yer değil, iş merkezlerinin devasa gökdelenlerin okulların olduğu bir iş ve ticaret merkezi. Mecidiyeköy'den Ayazağa otobüslerine binip hemen merkezdeki bu karakolda inince insan kendini iki farklı âlemin içinde bir geçitten geçmiş gibi hissediyor. Şişli Mecidiyeköy ne kadar hareketli ve Maslak ne kadar büyükse, Ayazağa o kadar sessiz ve yoksul. Durun efendim hemen Ayazağa semtinin şimdiki gelişmiş ve modern yüzünden bahsetmiyorum. Şimdiki halini ben de hiç görmedim. Benim bahsettiğim yıllar, söylediğim gibi doksanlı yıllar. Ayazağa karakolu sanırım Ayazağa semtinin tam ortasında yani merkezdeydi. Elbette Nasrettin hoca misali ölçüp biçmedik ama bize öyle geliyordu. Karakolun tam önündeki İETT durağından; Neredeyse her on dakikada bir, körüklü otobüslerle iş için, gezi için giden semt sakinleri gidip gelirdi. Otobüs durağının hemen karşısındaki karakolumuzun önünde duvarla çevrili boş bir alan vardı. Ancak duvar oldukça alçak olduğu için, gelip geçenler karakolun içini, koridorunu bile görürdü. Tabii ki karakolun önünde olmazsa olmazımız, çelik yelekli, otomatik silahlı çevre koruma nöbetçimiz. Canımız, karakolumuz, her şeyimiz önce Allah'a sonra çevre koruma nöbetçimize emanet. Öyle nöbetçi dediysek nöbetçi uyanık olacak, her an bir saldırıya karşı tetikte ve hazır olacak. Nöbet yerinden asla ayrılmayacak, içeriye girmeyecek, sigara, çay içmeyecek tıpkı hudut nöbetçisi gibi. Karakol amirimiz Başkomiser'di. Efendim kendisinden biraz uzunca bahsetmeliyim. Başkomiser'imiz İmam Hatip Lisesi mezunuydu. Polis memurluğundan meslek içindeki sınavlara katılarak bu rütbeye kadar yükselmişti. Kendisi evli ve üniversiteye giden iki çocuk sahibidir. Ayazağa semtinde çok iyi tanınan ve sevilen birisidir. İlk başta hareketleri biraz tuhaf gelse de insan zamanla daha sık görüşünce iyi niyetli birisi olduğunu anlayabilir. Kendisi Emniyet Amiri olabilmek, rütbesinde yükselebilmek için Açık öğretim Fakültesi'nde okur. Sabahları karakola gelince etrafı şöyle bir dolaşır, önemli bir görevi yoksa birkaç saat odasında ders çalışır. Karakolumuz son derece hareketli olduğu için koridorda tartışan vatandaş olursa bazen yazıcımız Ali abi; Susun, gürültü yapmayın, Başkomiser ders çalışıyor diye uyarır. Ayazağa İstanbul'un Sarıyer ilçesine aslında daha yakındı. Ancak biz Şişli İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne bağlıydık. Ayazağa semti orman içerisinde, gecekondu yapılaşmasının çok olduğu, oldukça kalabalık bir yerdi. Ayazağa'dan biraz yukarıda Maslak ve daha aşağıda Sarıyer vardı. Ben istirahatli günlerimde eşofmanları giyer, ormana doğru koşardım. İstanbul'un içerisinde bu sık ormanlar ve temiz hava çok hoşuma giderdi. Ciğerlerime tertemiz havayı çekerken, bütün stres ve sıkıntılarımı unuturdum. Sonra kaldığım bekâr evine gelir, kahvaltımı yapar işe giderdim. İnsan yirmili yaşlarda zamanın nasıl geçtiğini bilemiyordu. Her şey rüya gibiydi. Ömür sanki ışık hızında tükeniyordu. Öyle çok para kazanmak, zengin ve rahat bir hayat yaşamak gibi bir amacım yoktu. Zaten çok rahat yaşayıp hiç bir iş yapmazsam, asla rahat edemezdim. Ben insanlara, ülkeme, faydalı, yararlı olmak insanların duasını almak istiyordum. Sık sık kendime şu soruyu sorduğum çok olurdu. Ben neyim ve ne olmak isterim. Yine Temmuz ayının sıcak bir gününde sabah saatlerinde çevre koruma nöbetindeyim. İki saatlik nöbetin ilk bir saati daha iyi oluyor, ancak son bir saate yaklaşınca uzun süre ayakta kalmak insanı yoruyor. Hele birde çelik yelekli olunca, sırtımızdaki ağırlık daha da artıyor. Az sonra elinde telsizi, omuzunda üç yıldız, başında kepiyle Başkomiser karakola doğru yaklaşıyor. Hemen önümde birkaç metre mesafe kalınca selam veriyor, kolay gelsin diyor. Ben sağ olun Başkomiser'im diyorum. İçinden okuduğu duaları bitirdikten sonra karakolun çevresine doğru üflüyor. Sonra bana dönüp; Goçum sabah karakola gelince bi okuyup üfleyeceksin. Allah'ım beni, karakolumu, arkadaşlarımı koru diye bir dua edeceksin, besmele çekip göreve başlayacaksın diyor. Sonra karakolun içi temiz mi diye şöyle bir kontrol ediyor. Karakolu gezerken arkadaşlar ayağa kalkıyor. Ancak karakolda kurumlardan gelen evraklarla ilgilenen bekçi Nihat abi; Elinde evraklar koridorda yürürken, Başkomiser'e dikkat etmiyor, hiç bakmadan umursamaz bir tavırla yanından geçiyor. Sivil kıyafetli Bekçi Nihat Abi'yi elinde evrakla gören Başkomiser ona dönüyor. -Goçum sen ne iş yapıyorsun? Diyor. Bekçi Nihat abi; -Evrakları yapıyorum Başkomiser'im diyor. -Başkomiser; Goçum, burada bu kadar Lise mezunu polis varken, ortaokul mezunu Bekçi ne geziyor evrakta, sen geç arka tarafta nöbetini tut diyor. Sonra bana bir çay getirin deyip, odasına geçiyor. Bizim Başkomiser'in huyudur, her sabah gelir böyle eser gürler, sonra odasına çekilip bir iki saat ders çalışır. Herkese goçum diye hitap eder. İki kelimesinden biri goçumdur. Nihat abi ağzında sigara yanıma geliyor, -Bunun sabah sabah yine aksiliği üstünde diyor. Ben gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Ertesi gün ki gece nöbetinde Nihat Abi'yi bekçi elbisesiyle mutfakta yemek hazırlarken görünce; Ya Nihat abi bu üniforma içinde sen daha yakışıklısın diyorum. Nihat abi benim için fark etmez bir hafta sonra o büroda evraklar birikince beni yine çağıracak, ben olmadan o evrakları kimse yapamaz diyor. Gerçekten de söylediği gibi bir hafta sonra evraklar birikip Başkomiser burada işlerin yürümediğini görünce; Nihat Abiyi yeniden evrak işlerine büroya alıyor. Ancak Nihat Abi'de bu sefer daha da bir değişiklik var. Saçları boyatmış, üstünde takım elbise, kravat, karakola her gelen vatandaş, her evrak işi olan, polisleri değil, Nihat abiyi soruyor. Nihat Abi adeta karakolun ikinci amiri gibi. Yaşamın zor olduğu yıllardı. Ekonomik buhranlar, terör ve savaşlar, siyasi çalkantılar. Gençliğimizin en güzel yılları bu sokaklarda, bu soğuk ve hissiz duvarlar arasında geçiyordu. Yine de bir gayesi olmalıydı yaşamın. Önemli olan ne zaman öleceğimiz değil, nasıl ve ne için öldüğümüzdü. Bir muz uğruna bir ömür harcayan maymunda yaşıyordu. Ama bizim için varlığın bir gayesi vardı. Hislerimiz bir bıçağın sırtında gibi soğuktu. Ya aşklarımız? Ya umutlarımız? Ahhh! Birde hayallerimiz. Zamanı nasıl ve ne uğruna tüketiyorduk. Gecenin en derin karanlığında o ruhsuz gökdelenlerle mavi kırmızı ışığımızın altında sanki bütünleşiyorduk. Saatlerin bazen aylarla birleştiği, zamanın sanki aniden durduğu, sonra bir sonsuzluk tutkusuyla allak bullak olan zihnimin ateşleri arasında gidip geliyordum. Ve seni düşünmek? Seni düşünmek bazen yoruyordu bu kırılgan yüreğimi. Onun için unutmak istiyordum. Unutup bu karanlığın bu karmaşanın içinde kaybolmaktı amacım. Akşama doğru karakolumuza gelen bir telsiz anonsunda Yeşiltepe mahallesinde gençlerin kavga ettiği ihbar ediliyordu. Ancak ekibimiz dışarda ve başka bir olaydaydı. Karakol'un hemen önünde eski tip Ford marka minibüsümüz vardı. Başkomiser hemen minibüsü almamı kavgaya ikimizin gideceğini söyledi. Minibüsün anahtarlarını alıp çalıştırdım. Gerçi araba kullanıyordum. Ehliyetim vardı. Ancak böyle bir minibüs hiç kullanmamıştım. Bu nedenle biraz heyecanlıydım. Aracı çalıştırdım, Başkomiser yanıma oturdu. Fakat vitesi takamıyordum. Oldukça sertti. Başkomiser hemen müdahale etti. -Bırak goçum, bırak in araçtan? Beni şoför koltuğundan indirip kendi direksiyona geçti. Ben de yanına oturup kavganın olduğu mahalleye doğru yol aldık. Az sonra olay yerine geldiğimizde kavga bitmiş, altı yedi genç birbiriyle tartışıyordu. Bizi görünce hiç birisi kaçmadı. Başkomiser el frenini çekip aşağı indi. -Ne oluyor burada goçum, hayırdır. Yiyip içip olay mı çıkarıyorsunuz. Binin bakalım şu arabaya! Gençlerin hepsini minibüse doldurdu. Ben de en arka koltuğa oturdum. Gençler yol boyunca kavganın nedenlerini anlatıyor birbirlerini suçluyorlardı. Karakolun içine girince hepsini indirip sıraya sokarak nasihat etmeye başladı. O yıllarda karakolumuzda ısıtma sistemi yoktu. Memur dinlenme odası olarak kullanılan salonda kışın soba yakıyorduk. Bu sobayı yakma görevi de yine bizim, yani genç ve kıdemsiz olanlarındı. Bazen soba tüter içeriyi duman kaplardı. Kış yakacağımızı da yazın alarak kömürlüğe taşırdık. Başkomiser gençlere uzun bir nasihat verdikten sonra hemen yan taraftaki kömürlüğü göstererek; Goçum! Şimdi hepiniz şu kömürlükte teneke kovalar var. O kovaları alıp bu dışardaki kömürü oraya taşıyacaksınız. Sonra da iş bitince yanıma gelin. Hadi bakalım. Diyerek gençleri o tarafa doğru gönderdi. Gençler ellerine aldıkları kovalarla dışardaki kömür yığınını içeri çekmeye başladılar. Az sonra karakolun önüne gençlerin aileleri de geldi. Çocuklarının kavgadan dolayı karakola alındığını öğrendiklerini söylüyorlardı. Onlara gençlerin burada olduğunu, Başkomiser'in onlara nasihat verdiğini, şimdide ceza olarak karakolun kömürünü taşıdıklarını söyledim. Hepsi sanki ağız birliği etmişçesine; Sağ olsun Başkomser'imiz, baba adamdır, ellerine sağlık iki de tokat atsaydınız memur bey diyorlardı. Ben de onlara; Olmaz öyle şey. Poliste dayak olmaz. Bunlar bizimde gençlerimiz, işleri bittikten sonra gelirler dedim. Hepsi sevinerek karakolun önünden ayrıldılar. Bir iki saat sonra işleri biten gençler; Yüzleri gözleri, elbiseleri kömür tozu içinde; Memur abi işimiz bitti diyerek yanıma geldiler. Gidip Başkomiser'e söyle dedim. Başkomiser dışarı gelip; Goçum hadi gidin şimdi, bir daha kavga ederseniz bizim Sabri'nin kahvehanesi iki senedir temizlenmiyor. Orayı temizletirim hadi bakalım uslu uslu gidin kavga ettiğinizi görmeyeyim. Dedi. Gençler; Sağ ol Başkomser'im diyerek evlerine gittiler. Tabi o zamanların gençleri daha farklıydı. Kendi mahallelerindeki polisleri bir abi, bir baba gibi sever ve saygı duyarlardı. Karakollara bilgisayarlar yeni yeni geliyordu. Bazı işlemlerde hâlâ daktilo kullanılıyordu. Ali abinin önünde eski tip bir bilgisayar vardı. Ancak ifade alırken harflerin yerini bile zor buluyordu. Bu nedenle ifade alma işlemleri uzun sürüyor, bilgisayara bağlı olan yazıcının sık sık toneri bitiyordu. Bu nedenle evraklardan fotokopi almak için hemen karakolun arkasındaki sabun fabrikasına gidiyorduk. Fabrika girişindeki güvenlik görevlisi bizi tanıyordu. Hemen evrakları alıp içerden fotokopi çekip bize getiriyordu. Başkomiser'in Tofaş marka beyaz renkli bir aracı vardı. O yıllarda bu araçlardan çoktu. Hatta bizim ekip otolarımızın bazıları da bu araçlardandı. Başkomiser izinli olduğu her Pazar günü sivil kıyafetlerini giyer, Tofaş marka beyaz aracını karakolun bahçesine park eder, hemen yan taraftaki yıkamacıdan uzattığı bir hortumla, aracın içini dışını saatlerce temizlerdi. Bir yandan aracın içinden Ferdi Tayfur şarkıları yükselirken, bir yandan da elindeki bezle aracın her tarafını silerdi. Hayatın zor olduğu zamanlardı. Ancak bizim için her şey daha sade ve basitti. Her ne kadar çok sayıda karmaşık ve çarpık olaylarla karşılaşsak da, yaptığımız iş birbirine benzerdi. Biz yargıç değildik. Görevimiz suç olursa yakalama yapmak, suçun işlenmesini önlemek için devriye gezmekti. Hayatta her işte risk olduğu gibi bizde de risk vardı. Belki biraz bizde fazlaydı. Ancak bu riskler bizi daha güçlü ve dayanıklı yapıyordu. Başkomiser o hafta sonu arabasıyla gelmemişti. Oldukça sinirliydi. Daha bizi karakolun önünde görür görmez. -Goçum bundan sonra Ayazağa semtinde benim aracıma benzeyen ne kadar araba varsa hepsini durdurun evraklarını kontrol edin, en küçük bir kusur olursa hemen tutanak tutun cezasını kestirin. Biz tamam Başkomiser 'im dedikten sonra da sinirli sinirli odasına geçmişti. Daha sonradan öğrendiğimize göre Başkomiser; Akşam arabasını evin önünde her zamanki yerine park etmiş. Ancak gece çocukları alıp araçla arkadaşlarını eve bırakmışlar, ancak aynı yere park edecekken, biraz aşağı park etmişler. Sabah evin önüne inen Başkomiser; Aynı renk ve modelde olan aracı kendi aracı zannedip aracın içini dışını bir güzel temizlemiş. Aşağı inen komşusu aracı görünce; Başkomiser ?im niye zahmet ettiniz diyerek aracı çalıştırıp gitmiş. O günden sonra bizim Başkomiser Tofaş marka araçlara iyice kafayı takmıştı. Yolda gördüğü her aracı durdurup kontrol etmek istiyordu. Ancak durdurduğu hiçbir araçta da herhangi bir kusur bulamıyordu. O zamanlar ekonomik durumu iyi olan insanlar bu arabaları alabiliyor ve kurallara uyuyorlardı. Yaklaşık üç yıl süren bu karakoldaki görevimden sonra Asayiş Ekipler Amirliği'ne tayin olmuştum. Bazen Mecidiyeköy'de, Kurtuluş'ta, Feriköy'de, cadde veya sokakta karşılaştığımız Ayazağa semtinden vatandaşlar; Abi sen bizim karakolda değil miydin? Bizi unuttun mu yoksa diyorlardı. Onlara sizi unutur muyum, Ayazağa unutulur mu diyordum. Mehmet Nurettin Üstün
Kapat/(ESC)
Yorum Düzenleme

Yeni Üyeler

  • VEJETARYEN1978
  • Serdar150
  • yunuskivanc
  • Adıyaman
  • Şiirlik
Kapat/(ESC)
Tavsiye
Adınız:
Sizin eposta adresiniz:
Alıcının eposta adresi:
Mesajınız:
Doğrulama Kodu:
captcha refresh
Kapat/(ESC)
İletişim
Adınız:
Eposta adresiniz:
Mesajınız:
Doğrulama Kodu:
captcha refresh
Kapat/(ESC)
Rastgele Şiir