Şiir Defteri

ATLI POLİS

Yazan: Polet
12.10.2025 / 21:53
57 kez görüntülendi
0 yorum yapıldı
Bir Yaz günü sabah saatlerinde şehrin ana caddeleri üzerinde devriye halindeyiz. Bu gün günlerden Cumartesi. Soğuk ve karlı günleri geride bıraktık. Yaz mevsiminde işlerimiz daha da yoğunlaşıyor. Caddeler ve sokaklar kalabalıklaşıyor. Umutlar yeniden tazeleniyor. Yavaş yavaş tatil planları yapılıyor. Akraba ziyaretleri başlıyor. Kalabalık ve gürültülü ortamlarda bazen sıkılıyoruz. Biraz daha sessiz ve sakin ortamlar arıyoruz. Ben kendimi bildim bileli yalnız kalmayı severdim. Sessizlikte daha çok huzurlu olurdum. Okul yıllarımda Silivri'de Boşnak yarlarından denizi ve gemileri seyrederdim. Şöyle uçsuz bucaksız okyanuslarda bir gemiyle seyahat etmek en büyük arzumdu. Bozkırda doğup büyümeme rağmen bu küçük sahil kasabası benim için unutamayacağım mutlu günlerimi yaşadığım bir yerdi. Arkadaşlarla beraber Boşnak yarlarından aşağıya kadar iner, büyük bir heyecan ve şevkle kendimizi soğuk ve mavi suların kucağına bırakırdık. Henüz sekiz bin nüfuslu şirin ve güzel bir ilçeydi Silivri. Nedendir pek bilemem ama yağmurlu ve soğuk havalarda daha çok severdim bu kasabayı. Gri gökyüzünü, kül rengi bulutları, gök delinmişçesine aralıksız yağan yağmurlarını severdim. Yağmurlu havalarda hiç şemsiye taşımazdım. Çocukluğumda da hiç sevmezdim şemsiyeleri. Küçük bozkır kasabasındaki evimizin penceresinden dışarda yağan yağmuru seyrederken, şemsiyeli insanları görünce onları ölüler zannederdim. Babaanneme siyah şemsiyeli adamları gösterirken;? Nine bak! Ölüler? Derdim. Çocuk aklımla ölülerin siyah şemsiyeli insanlar olduğunu zannederdim. Meslek hayatım boyunca da en şiddetli yağmurda sırıl sıklam olsam bile asla kaçmazdım. Şemsiye taşımazdım. Küçük bozkır kasabasında benim doğduğum evin hemen arkasında; Büyükbabamın yetiştirdiği yarış atları varmış. Babam bu atların yağmurlu havalarda keyiflendiklerini, dışarı çıkmak, koşmak istediklerini, şaha kalkıp, tepindiklerini söylerdi. Büyükbabamdan izin alıp atları dışarı çıkardığını sonra doludizgin uçsuz bucaksız bozkırda at sürdüğünü anlatırdı. Babam; Büyükbabamın atları çok sevdiğini, onları elleriyle beslediğini söylerdi. Ben de küçükken babamın yardımcısı İbrahim Amca'nın köyden getirdiği atlara binerdim. Ata binmeyi bana o öğretmişti. Ata binmek gerçekten çok keyifliydi. Devriye güzergâhımızda olduğu için, zaman zaman şehrin dışına çıkıp ormanlık alanları da kontrol ediyoruz. Bu alanda ayrıca büyük bir mezarlık var. Bazen çevre yolundan şehre gelirken daha kestirme olduğundan bu yolu kullanıyoruz. Bazen de şehrin kalabalığından sıkılıp biraz temiz hava alıp şöyle doğayı ve huzur verici manzarasını, o doyumsuz yeşil renklerini seyretme ihtiyacı hissedersek, devriye yönümüzü yine bu ormanlara çeviriyoruz. Bekir Amca'yı da bu ormanlık alanda mezarlığa yakın olan toprak yolda çalışırken tanımıştık. Burada taş toprak moloz yığınlarını temizliyordu. Ekip otomuzla yanına yaklaştık, sırtı bize dönüktü. - Kolay gelsin Amca hayırdır ne yapıyorsun burada diye sordum. Hiç cevap vermedi. Dönüp bakmadı bile bize. Önündeki küçük taş yığınlarını temizlemeye devam etti. Bu hali bende daha da merak uyandırmıştı. Tekrar seslendim. - Kolay gelsin Amca beni duymuyor musun? Bu ısrarlı seslenişim karşısında geriye döndü. Onunla göz göze geldik. Mavi gözlü beyaz sakallı, orta boylu yaşlı bir adamdı. Tepe lambamızın ışığı yüzüne yansıyordu. Hava kararmıştı akşam saatleriydi. Şaşırmış gibi gözükmüyordu. Beş on saniye kadar yüzümüze baktı. Üstü başı toz toprak içindeydi. Başında kahverengi bir bere vardı. Bedeni sanki bu dünyada ruhu başka âlemlerde gibiydi. Suskundu. Ama bu suskunluk belki derinlerde belki sonsuzlukta kaynayan bir sevdanın ya da bir aşkın ya da bilinmeze açılan kapıların sırrı gibiydi. Suskundu. Belki de bu suskunluk, içinde biriktirdiği bu fani dünyaya karşı bir isyandan başka bir şey değildi. Belki ruhunda kopan bir fırtına vardı. Belki bir hak aşığı, belki de bir mecnundu. Yaşamak belki bir ıstıraptı içinde, belki de yitirmişti sevdiklerini, ya da karanlıkta arıyordu aydınlığını. Gözlerini bir anda üstüme çevirdi. -Oğlun var mı oğlun! Dedi Bu ilgisiz soru karşısında oldukça şaşırmıştım. Hem benim soruma o da bir soruyla karşılık veriyordu. Bunun da bir hikmeti olmalı diye düşündüm kendimce, sonra şaşkın bir şekilde -Evet, elbette benim de bir oğlum var dedi -Oğlun varsa anlarsın bir gün dedi. Sonra yeniden arkasını dönerek kaldığı yerden işine devam etti. Artık anlamıştım. Bu kısa sohbet bitmişti. Israr etmek edebe aykırı olacaktı. Arkadaşa devam et. Gidelim dedim. Aklıma İbrahim Hakkı Hazretlerinin o meşhur kıssası ve mısraları geldi. ?Hârabat ehlini hor görme Zâkir Defineye mâlik viraneler var.? İlerleyen zamanlarda Bekir Amca'nın bu mezarlığın bakımı ve temizliğinden sorumlu görevli olduğunu öğrendik. Ancak o gün, neden öyle konuştuğunu biz de anlamadık. Ancak bir sırrı vardı elbette. Belki de insanın çok sevdiği ailesinden bile bir vefasızlık görebileceğini ima ediyordu. Buralarda devriye gezerken ara sıra onunla karşılaşıyorduk. Daha sonra vefat ettiğini öğrenmiştik. Görevli olduğu bu mezarlıkta yatıyordu, ancak mezarı neresi onu bilmiyorduk. Bu bölgede devriye gezerken hep aklımıza geliyordu. O günde vakit öğleye yaklaşıyordu. Şehrin kalabalığından biraz uzaklaşmak için ormana doğru gitmeye karar verdik. Az sonra sık ağaçların olduğu yeşil bir tabiatın içinde bulduk kendimizi. Geceleri bu yolda devriye gezerken önümüze sık sık tavşan, tilki, kurt çıkardı ancak gündüz vakti görünmezlerdi. Aracın camlarını açarak temiz havayı içimize kadar çekiyor, bir yandan da yeşilin o doyumsuz renklerini cıvıl cıvıl kuş seslerini dinleyerek geziyorduk. Devasa ağaçlar ilerlediğimiz toprak yolda sanki hep aynı ahenkle sıralanmış gibi gözlerimizin önünden akıyordu. Toprak yolda ilerlerken birdenbire arkadaşa; Dur! Dedim. Hemen sağımızdaki ağaçların arasında biraz iç kısımda bir at görmüştüm. Ya da bana öyle gelmişti. - Sağ tarafta ormanın içinde bir at var. Dedim. Arkadaş kafasını çevirip; Ormanın içinde at ne gezsin olsa olsa ayıdır o dedi. Emin olmak için bakalım dedik. Aracı geri vitese alarak, oraya doğru yaklaştık. Araçtan inip ormanın içine doğru yaklaşırken; Gerçekten de sırtına odun yüklenmiş bir at gördük. Atın dizginlerini tutan öndeki adam ise, bizi görünce sanki yıldırım çarpmış gibi, dizginleri bırakarak sık ağaçlarla, çalılarla kaplı ormanın içine doğru kaçmaya başladı. Adamın arkasından bağırarak dur! Kaçma! Diye uyarsak da, bir müddet koşsak da, ormanın içinde gözden kayboldu. Atın yanına geldik. Dizginleri elimize aldık. Bu adam bizi görünce neden kaçtı? Diye birbirimize soruyorduk. Muhtemelen ormanda kaçak ağaç kesimi yaptığı için bizi orman görevlisi zannedip kaçmıştı. Ya da ona doğru geldiğimizi görünce, polis olduğumuzu görüp, beni alır orman görevlilerine teslim ederler diyerek kaçmıştı. Atın dizginlerinden tutarak, onu kenardaki toprak yola, aracımızın yanına kadar getirdik. Zavallı hayvana kocaman ağaç kütüklerini yüklenmişti. Cebimden çıkardığım bir çakıyla ipleri keserek hayvanı bu ağır yükten kurtardım. Orman görevlilerine telefonla haber vererek gelip odunları ve atı teslim almalarını, ancak şahsın ormanın içine kaçtığını, bulamadığımızı bildirdik. Orman yetkilileri ekip göndereceklerini söylediler. Hazır atı bulmuş sırtındaki yükü de indirmişken, çocukluk günlerim aklıma geldi. Orman görevlileri gelene kadar biraz ata binmek istedim. Nasibimizde bir Cumartesi günü atla ormanda gezmekte varmış dedim. Yanımdaki arkadaş: -Komiserim yapma düşersen kötü olur. Dedi. Ona şöyle dönüp bir baktım. -Bozkır çocuğuyum ben, sen meraklanma Türk attan düşer mi? Bir şey olmaz. Dedim. Atın dizginlerini boynundan geçirdim. Ayağımı karnıma kadar çekerek atın yanından sarkan üzengiye yerleştirdim. Sol elimle eyerden tutup, bütün gücümle kendimi yukarı çekip, atın sırtına binmeyi başardım. Ancak ata biner binmez hayvan huysuzlanmaya başladı. Üniformalı, silahlı yabancı birisinin sırtına binmesi belki onu tedirgin etti. Kafasını sağa sola çevirmeye başladı. Hafif hafif şaha kalkıp beni sırtından atmak istiyordu. İki ayağımın topuklarıyla hafifçe karnına deh! Diye vurunca hayvan birden doludizgin koşmaya başladı. Yavaşlatmak için dizginlere asılıyordum, fakat at gittikçe daha da hızlandı. Toprak yoldan orman içine, onu bulduğumuz patika yola girdi. Hızla koşuyordu. - Ben; Dur! Sakin ol! Diye Bir yandan bağırıyor, bir yandan da olanca kuvvetimle dizginlere asılıyordum. Ancak at durmak yerine ormanın içine doğru hızlanıyordu. Atın sırtında endişelenmeye, paniklemeye başlamıştım. Düşmemek için dizginleri sıkı sıkıya tutuyor, bir yandan da bir sağa bir sola sallanıp duruyordum. Arkamdan arkadaşın bana bağırarak koştuğunu duyabiliyordum. Artık tek bir isteğim vardı o da bu hayvanı bir an önce durdurabilmekti. Ata binmeden yerdeyken küçük gibi gözüküyordu. Ancak sırtına binince kendimi sanki bir apartmanın üst katına çıkmış gibi yüksekte hissetmiştim. İçimden hayvanın beni düşürmeden durması için dua ediyordum. Bu şekilde ne kadar mesafe aldık bilemiyordum. Ancak bu kısacık koşu bana kilometrelerce uzun gibi geliyordu. At doludizgin ormanın içinde giderken bende üstünde zıplayarak onu durdurmaya çalışıyordum. Bir anda gözüm karşı tarafa takıldı. Orman içinde boş bir alanda iki kişi ellerinde uzun baltalarla ağaç kesiyorlardı. Bunlar az önce kaçan adamın arkadaşları olmalıydılar. Yanlarında yine sırtına ağaç yüklenmiş başka bir at vardı. At doludizgin onlara doğru koşarken adamlar şaşkınlık ve hayretle donmuş gibi bana bakıyorlardı. Doludizgin at üstünde üniformalı bir polisin ormanın içinden onlara doğru gelmesi belli ki adamları şaşırtmıştı. Adamlar ellerinden baltalarını bırakıp, orman içine doğru kaçmaya başladılar. Benim bindiğim at; adamların bıraktığı sırtında ağaç kütükleri yüklü atın yanına gelince, sanki frene basılmış bir araba gibi ani bir hareketle durdu. Bu ani duruşla hayvanın boynuna çarparak kafasının üstünden yere düştüm. Neyse ki zemin yumuşaktı. Herhangi bir yaralanmam olmamıştı. Kendimi bir anda gökyüzünü ve gökyüzüne doğru bir kalem gibi uzanan devasa ağaçları seyrederken bulmuştum. Toparlanıp yerden doğruldum. Kaçan adamların peşine doğru biraz koştum. Kaçmayın gelin buraya diye bağırdım, ancak bu ikisi de diğer adam gibi sık ağaçlarla, çalılarla dolu, devasa ormanın içinde koşarak kayboldular. Tekrar atların yanarına geldim. Üstünden düştüğüm at hiçbir şey olmamış gibi orada bekliyordu. Atı hemen yanındaki ağaca bağladım. Arkadaş, koşarak yanıma geldi. İyi misin? Diye sordu. Ona önemli bir şey yok at beni buraya getirdi. Sırtından attı dedim. Arkadaş bir yandan gülüyor, bir yandan da sabah sabah nerden çıktı bu at karşımıza diyordu. Bunlar üç kişilik ormanda kaçak kesim yapan bir ekipti. Ormanın içinden ağaçları evlerine ulaştırıyorlardı. Ormanın biraz aşağısında köyleri vardı. Adamlar kaçmıştı ancak, elimizde iki tane at ve kesilmiş ağaçlar kalmıştı. Orman görevlileriyle telefonla irtibat kurarak yerimizi bulmalarına yardımcı olduk. Toprak yola çıkarak onları karşıladık. Sonra onlara da olan biteni anlattık. İki tane at ve ağaçların olduğunu ancak adamların ormanlık araziden faydalanarak kaçtıklarını söyledik. Orman görevlileri; Elinize sağlık kaçak kesim yapıyorlar atları elimizde onları almaya gelirler gereken cezaları yazarız. Siz burayı nasıl buldunuz dediler. -Biz bulmadık at bizi buraya getirdi. Diyerek onlara olanları anlattık. Sonra olay yerinde yazdığımız bir tutanakla atları ve kesilen ağaçları görevlilere teslim ettik. Bir Cumartesi günü ormanda başlayan devriyemiz küçük bir at gezisiyle sona ermişti. Ancak bu devriyenin sonunda şahısları ele geçiremesek de tesadüfen de olsa ormanda kaçak kesime engel olmuştuk. Mehmet Nurettin Üstün ( Polis Hikâyeleri Kitabından)
Düzenleme: 12.10.2025 / 22:17
Kapat/(ESC)
Yorum Düzenleme

Yeni Üyeler

  • millenium
  • Milenyum
  • 2025_2026_dogrular
  • sonsuzstart
  • Budamakas
Kapat/(ESC)
Tavsiye
Adınız:
Sizin eposta adresiniz:
Alıcının eposta adresi:
Mesajınız:
Doğrulama Kodu:
captcha refresh
Kapat/(ESC)
İletişim
Adınız:
Eposta adresiniz:
Mesajınız:
Doğrulama Kodu:
captcha refresh
Kapat/(ESC)
Rastgele Şiir