Dünyada kalmış bir melekti o. Kanatlarını gökyüzünde bırakmış, NURunu kalbinde saklamış bir melek. Saçları rüzgarla konuşurdu, her savruluşunda havaya görünmez bir dua salardı. Yüzü, sabahın henüz kirlenmemiş hali gibi, bakınca insanın içindeki karanlık yolunu kaybedip sessizce yok olur. Gülüşü bir ok değil, bir kıvılcımdı değdiği yeri yakmaz, yeniden var ederdi.
O, pamuktan daha narin değil, pamuk onun yanında sert kalırdı. Bir kalbin en savunmasız yerine konmuş mucizeydi sanki. İyilik, eğer bir bedene ihtiyaç duysaydı, tereddütsüz onun şeklini alırdı. Çünkü o, iyiliğin prova yapmadan sahneye çıktığı tek andı.
Kelimeler onu anlatırken yorulurdu. Çünkü o, mevcut dilin sınırlarını aşan bir ayrıntı, evrenin gözden kaçırdığı ama kalbin hemen tanıdığı bir Papatya.
Her şey oydu. Bir sokak lambasının altındaki sessizlikte, bir fincan kahvenin buharında, gece yarısı ansızın gelen bir iç çekişte? Gündüz hayallerin merkezinde, gece düşlerin kalp atışında hep o vardı. Bakılan her yerde değil, bakıp görülen her yer onun ta kendisiydi.
Bir sanat eseri değildi, çünkü sanat tamamlanır. O ise sürekli devam eden bir anlamdı. Zaman ona dokunamaz, eskitemezdi. O, zamana yön veren bir durak gibiydi.
Onu sevmek bir duygu değildi. Bir haldi. İnsanın kendine daha az yabancı olduğu bir hal. Ve belki de bu yüzden, onu anlatmak değil, onu yaşamak lazım..