Şiir Defteri

SENİ SEVİYORUM (ÖYKÜ)

Yazan: Birturkbilgesi
29.11.2017 / 00:06
917 kez görüntülendi
0 yorum yapıldı
Dünyanın herhangibir ülkesinde, herhangibir yer...(Burada; herhangi bir değil de herhangibir diye özellikle yazıyorum. Bunu siz okurlarımın bilmesini isterim. Bunun nedenini zamanı gelince açıklayacağım.). Genç adam yükselen bir heykel gibi değil de süzgeçten damlayan bal gibi aşağı doğru çökkün; aşağı doğru, yerin dibine doğru uzar gibi bitkin bir kütle, ruh ve adımlarla yolda yürüyordu. Akşamdı. Yüzüne vuran sokak ve iş yeri ışıkları bazan yüzündeki çizgileri vurguluyordu. Ceketinin iç cebindeki ak zarfın içindeki renkli resimlerdeydi usu(akılı). Dalgın ve ağır adımlarla, yüzü yere eğik, çok katlı konutun giriş kapısını anahtarıyla açtı, merdivenleri çıktı; asansöre bindi. Konutunun kapısı önüne geldiğinde her zamanki gibi zile basmak gelmedi içinden; anahtarını çıkardı, kilide değdirdi, sokacakken yine cebine koydu, zile bastı. Kapıyı bir yıllık evli olduğu eşi açtı, güler yüzle, sevinçle, mutlulukla. Adam ondaki bu rahatlığa ve rol yapıcılığa şaştı. Bir an, bir oyuncuyla mı yoksa bir ev kızıyla mı evli olduğunu düşündü, şaşırarak. Yemek masası hazırdı; üstünde etli, börekli, tatlılı, meyveli tabaklar vardı; bir de yanmakta olan bir kırmızı bir mum. 'Bugün evlilik yıldönümümüz.'dedi genç kadın sevinçle, eşinin boynuna sarılarak mutluluk içinde. 'Bilmez miyim.' dedi genç adam ve cebinden çıkardığı tek taş bir pırlanta yüzüğü eşinin parmağına taktı. Kadın daha çok mutlu oldu. Odaya tatlı bir müzik doldu birden. 'Anımsıyor musun' dedi kadın, 'bu, seninle yeni tanıştığımız günlerde, radyodan tuttuğumuz bizim şarkımızdı.' - Hı, hı; dedi adam, eşine gülümseyerek. Birbirlerine sarılıp dans ettiler bir süre sonra masaya oturdular. Adam mutlu görünmesine karşın gerçekte dikkatle bakan biri kaygılı olduğunu sezerdi. Kadında gördüğü rol yapma gücünden çok dahasını gerçekte kendisi gösteriyordu şu an. Yemekten sonra gece geç saatlere kadar seviştiler. 'Ne çok yemekle ne de çok sevişmekle dünya ağırlaşmaz ama insan sayısı çoğaldıkça dünyanın ağırlaşıp ağırlaşmadığını ölçmek gerekir. Peki ama insanlar öldükçe dünya hafifler mi?' diye düşündü genç adam. Çalışan beyine ummadık sorular gelir, ummadık anlarda. Uykuya daldılar. Daha doğrusu genç kadın uykuya daldı, üstelik de derin. Dünyanın en derin yerinin, Hint okyanusundaki Marianna çukuru olduğunu, dokuz yaşındayken öğrendiğini düşündü genç adam. Çalışan beyin düşünür ve ummadık bilgiler getirir, ummadık zamanlarda. (Burada özellikle Hint Okyanusu'ndaki değil de Hint okyanusundaki yazdığımı, Türkçe'yi iyi bilen bir yazar olarak belirtmek isterim. Yazılarımda, size yanlış gelen böyle şeyleri bilerek yaptığımı bilmenizi isterim, siz okurlarımın. Bunların nedenlerini, zamanı gelince açıklayacağım. Şunu baştan söylemeliyim ki Türkçe, a'dan z'ye kadar yanlış öğretiliyor ve yanlış yolda. Bunları açıklamak başlı başına bir kitap konusu.) Ama yanılmıştı. O çukur, dünyanın en derin yeridir ama Hint okyanusunda değil komşusu Büyük okyanustadır ve Hint okyanusuna da yakındır ve çok etkileyici, büyüleyici, çok güzel bir yerdir. İnternetten bakmanızı öneririm... Bunca yıl sonra unutmuş ya da şaşırmış olmasını doğal karşılamak gerekir. Bu kadarını bile bilmeyen milyarlarca insan var dünyada. Ve demirin atom ağırlığından, kara deliklere kadar çok şey düşündü genç adam. Beyin, kendi kendisiyle de oynayabilen tek oyuncaktır. Gece genç adam, yataktan kalktı, sabahın beşinde. Eşi, 'Nereye gidiyorsun' dedi; 'Çalışma odama, bir işim var da azıcık.' dedi ve çalışma odasına gitti. Bilgisayar masasına oturdu, bilgisayarı açtı ve Cd okuyucuya, ceketinin iç cebindeki ak zarftan çıkardığı bir Cdyi taktı. Ekranda genç ve güzel eşinin, orta yaşlı ve çok varsıl olduğu belli bir erkekle bir kafede bir şeyler içerlerken, gösterişli bir çok katlı konuta birlikte, sarmaş dolaş girerlerken ve dışarı çıkarlarken ki görüntüleri vardı. Ve bir barda içki içip, dans ederlerken.. Ve bir kumsalda güneşlenirlerken. Ve öpüşürlerken... Genç adam, donmuş gibi izledi bu görüntüleri. Bir yalan, düş olduklarına inandırmaya çalıştı kendini ama her şey ortadaydı işte. Genç adam, bir arkadaşının, eşini birkaç kez varsıl bir erkekle birlikte gördüğünü söylemesi üzerine eşini izlemesi için bir kuşku sürücü tutmuştu. Kuşku sürücü bir ay eşini izlemiş ve sonucu bu öğle, genç adama, işyerinin dışında bir yerde buluşup vermişti. Kuşku sürücünün yüzündeki olumsuz, kötü durumu sezdiğinde tepesinden aşağı kaynar sular dökülmüş gibi olduğunu, yer yarılıp içine girdiğini, zamanın ve yerin donduğunu duyumsamış olduğunu anımsadı genç adam. Yoksul bir ailenin kızıyla evlenmişti ama genç kızı, bir polisin düşük maaşı ve yorgun bakışları mutlu etmeye yetmemişti belli ki... Genç adam silahını aldı. Emniyet kilidini açtı. Mermiyi namluya sürdü. Kinin, aşağılanmışlığın, üzüntünün, acının ve günün yorgunluğunun verdiği yavaşlıkla yatak odasına doğru yürüdü. Kapı zaten tam kapalı değildi ve odanın ışığı kapalı, gece lambası açıktı. Kapıdan yavaşça içeri girdi. Silahı, uyumakta olan eşinin başına doğrulttu. Eşinin başıyla silahın namlusu arasında yalnızca bir metre vardı. Genç adamın çenesi sıkılı, gözleri üzüntülü, acı dolu ve ıslaktı. Otuz saniye öyle bekledi. Bir otuz saniye daha bekledi. Sonra yavaşça geri çıktı, çalışma odasına geri gitti, bilgisayardaki resimlere baktı sabaha kadar ve eşinin yanındaki o adamın yerinde, eşinin yanında hep kendini düşündü. Eşinin çocuk yapmaktan sürekli kaçınması bu nedenle miydi yoksa? Ne zamandır tanışıyorlardı? Evlenmeden önce olabilir mi? Peki neden kendisiyle evlenmişti? Yoksa kişiliğinde mi bir sorun vardı? Yoksa polis mi olmak istiyordu? Polis eşi olunca polis olmasının kolay olacağını mı düşünmüştü? Polisliğe ve polislere tutkusu mu vardı idi de, geçti mi yoksa? Sabah, eşi uyurken evden çıktı. Beyini karmakarışık, bedeni bitkin, duyuları çok dalgındı. Otobüse binmedi, zaten henüz erkendi, çalıştığı karakola kadar yürümeye karar verdi, bol zamanı vardı. Epey yürüdükten sonra yol kıyısındaki bir arsada yapılmakta olan çok katlı bir konut yapısının önünde bir kalabalık gördü. Kalabalık yukarı doğru bakıyordu, o da baktı; yapının onuncu katında falan bir bayan vardı, kendisini aşağı atacağı belliydi. 'Ben polisim.' deyip kalabalığı geçti ve yapıya girdi, onuncu kata doğru, merdivenleri koşturmaya başladı, soluk soluğa. Genç bir bayandı, kendi yaşlarında. 'Ben polisim,' dedi, 'sana yardım etmek istiyorum.' - Aşağı, yürüyerek inmeme mi, uçarak inmeme mi?; dedi genç bayan küstahça. Ağlıyordu ve çok ağladığı da açıktı. Saçları dağılmış, yüzü gözyaşları ile kirlenmişti. - Hangisi ucuza gelecekse.; dedi genç adam, sevimli bir biçimde. 'Neden bunu yapmak istiyorsun yani aşağı atlamak? - Sevgilim beni aldattı,; dedi genç kadın. 'başkasına gitti.' - Hımm,; dedi genç adam, 'biliyor musun aynı konu benim başımda da var.'. Şaşkın ve ilgi duyan bakışlarını dikti, genç adama, genç kadın, ?Yaa, öyle mi? Sevgilin mi?' dedi. - Yoo; dedi genç adam, 'eşim' - Eşin mi!; diye sordu şaşkınlıkla genç kadın, 'Yakışıklı ve gençsin; eşin seni neden aldatsın? - Dolandırıcılar yakışıklıları ve gençleri aldatmazlar mı sence? Genç kadın elinde olmadan güldü bu yanıta, neredeyse kahkahalarla. -Peki sen, onu; onu değil de kendini öldürecek denli çok mu seviyorsun? Genç kadın birden öfkelendi; 'Evet, evet!'; diye bağırdı, 'Çook, hem de çokkk...'. Birden yine ağlamaya başladı, sarsıla sarsıla ve aşağı doğru yöneldi. - Senin gibi genç, güzel ve tatlı biri tarafından ölümüne sevilmek çok güzel bir şey olmalı. Ben de böyle sevilmek isterdim, böyle bir sevgiyi yaşamak isterdim. 'Genç kadının, konuşa konuşa yanına kadar yaklaşmıştı. Usulca yanına oturdu; genç kadının gözlerine baktı; 'Gözlerin gerçekten çok tatlı' dedi, 'çok tatlı, çok güzel bir kızsın... Çalışıyor musun?' -Hayır, öğrenciyim, üniversitede...Sen de çok yakışıklısın, çekicisin.; dedi genç kadın. 'Biliyor musun dünya çok yalan, çok acımasız, çok kişiliksiz.' -Evet.; dedi genç adam, 'Evet, haklısın.' -Sen ne mezunusun?; diye sordu genç kadın. -Ben de üniversite mezunuyum; dedi genç adam; 'İş bulamadığım için polis oldum.' -Yaa; dedi ilgiyle ve şaşırarak genç kadın. - Biliyor musun, ben de yaşamak istemiyorum; tüm dünyam yıkıldı. Ölümüne sevmek ve sevilmek nasıl bir şey acaba? Üstelik senin gibi çok tatlı ve çok güzel bir kız tarafından.'; dedi genç adam. - Kız değil kadınım... Uyku, ölümün yarısı, derler. Ölüm de sevdanın yarısıdır. Ölüm yoksa sevda da yok bence. Öldürmeyen sevda, sevda değildir, yalnızca cinselliktir. Birini ya da birilerini ölümüne sevmek, dünyanın en güzel şeyi. Sen hiç ölümüne sevmedin mi?; dedi, genç kadın. - Hayır, demek ki sevememişim. Öğrenmek isterdim. - Öğrenmek ister misin?; diye sordu, genç kadın, güzel gözlerini özenle, genç adama dikerek. - Evet. Öğrenmek isterim. Hem de çok.; dedi genç adam. - Seni seviyorum ; dedi genç kadın; genç adamı dudaklarından ateşle öperek, sımsıkı, kenetlercesine. - Ben de seni; dedi genç adam, bir süre sonra dudaklarını bıraktığında genç kadın. - Ölümüne; dedi genç kadın. - Ölümüne; dedi genç adam. Birbirlerine sımsıkı sarıldılar. Yanak yanağaydılar şimdi. Birbirlerinin saçlarını okşuyorlardı tutkuyla. Gerçekten birbirlerine sevdalanmışlardı. -Seni seviyorum. -Seni seviyorum. -Ölümüne. -Ölümüne. Kendini aşağı atıp ölmek için yükseklere çıkanlar, yeri; bir göl, deniz ya da pamuk yığını ya da gökyüzü olarak görürler; huzur verici, uzak, sonsuz derin, yumuşacık, hafif, ıssız, başka kimsenin olmadığı. Öleceklerini ya da canlarının acıyacağını hiç düşünmezler. Huzur içinde, acısız, sorunsuz, mutlu, yapayalnız, sıcacık, sonsuza dek uyuyacaklarını, yaşayacaklarını ve dünyadaki herşeyi unutacaklarını sanırlar, düşünürler. Aşağıdaki ki kalabalık, onuncu kattan önlerine düşen, bu, birbirlerine sımsıkı sarılı iki genç insana şaşkınlıkla bakakaldılar. Dünyanın en kısa ama ne ölümsüz aşkına tanık olduklarını kuşkusuz ki bilemezlerdi. İlk görüşte aşk(sevda) olmaz çünkü aşkın gözü kördür. Kim ki ilk görüşte aşık olduğunu söylerse yalan söylemiş demektir. Aşık olsaydı, o an ve sonraki zamanlarda da gözleri görmezdi. Elleri sımsıkı birbirlerine kenetlenmişti. Başlarından akan kan, bir yürek resmi gibi ikisinin de başının altına yayılmıştı. İkisinin de yüzünde mutlu, kalıcı, derin bir gülümseme vardı. Sanki ölmemişler, uyuyorlardı yemyeşil, renk renk çiçeklerle dolu bir kırda... Aşk sanal da olsa güzeldir. Güzel olmayan tek aşk, yalancının aşkıdır, öyle ki yalancının yalan aşkına duyulan aşk da güzeldir. Aşk, ışığa benzer; yalancıyı aydınlatmakla yalan, çirkin, kötü, yoz, insanlık dışı olmaz. Polisin eşi, öğleyin, varsıl sevgilisiyle bir barda buluştuğunda, sordu:, - Sevgilinden ayrıldın umarım. İki kadını birden avutanı sevmem? - Evet; bu sabah ayrıldım. - Sen eşinden ayrılacak mısın. Ben de sevgilimi paylaşmayı sevmem? - Evet, boşanacağım. -Eşin polisti değil mi? Polisler öfkeli olur, seni vurmasın sonra? -Yok, birşey yapmaz. Polis ama gerçekte bir tavuk bile kesemez. -Senin ki neydi? -Sorma, üniversitede öğrenciydi. Soya soya soğana çevirecekti beni. Para yetiştiremedim birtürlü. Hergün yok okula para, yok kitaba para. -Ben de masraflıyımdır! -O öğrenci, sen öğretmensin. Sendeki, eğitime değil zevke gidecek bebeğim! Gülüştüler. Ölümüne aşkı yaşamak için, ölmek gerekir. Bu yüzden ki ölümüne aşk yalnızca ölülerde bulunur. Bir diri, ölümüne sevdiğini söylüyorsa, yalan söylüyor demektir. Necdet Gürçiftçi 2010-Temmuz tarihinde internette yayınlandı.
Düzenleme: 29.11.2017 / 00:21
Kapat/(ESC)
Yorum Düzenleme

Yeni Üyeler

  • Pirinctanesi
  • Mefail
  • turgaykurtulus
  • Celal
  • umsena
Kapat/(ESC)
Tavsiye
Adınız:
Sizin eposta adresiniz:
Alıcının eposta adresi:
Mesajınız:
Doğrulama Kodu:
captcha refresh
Kapat/(ESC)
İletişim
Adınız:
Eposta adresiniz:
Mesajınız:
Doğrulama Kodu:
captcha refresh
Kapat/(ESC)
Rastgele Şiir