Şiir Defteri

JESUS'UN ŞİFRESİ- 1 (ÖYKÜ)

Yazan: Birturkbilgesi
10.07.2017 / 03:27
786 kez görüntülendi
0 yorum yapıldı
Zili çalan kapıyı sevinçle açtı. Gelen arkadaşıydı. Köşe yazarıydı bir gazetede. "Gel, gel!" Arkadaşı, açılan kapıdan, hamam gibi sıcak içeri süzüldü; dışarısı çok soğuktu çünkü; kış, yarım usuyla, çocuklara şeker dağıttığını sanıp metre metre kar dağıtıyordu sokaklarda; akşamın, dünya güzeli gibi yan gelip yatmış çıplak karanlığında. ??. "Ne var, ne oldu?" diye sordu arkadaşı sıcak bir ilgiyle. Çünkü arkadaşı, kendisine telefon açıp "İvmeli gel!" dediğinde, kesinlikle ivme çoğalmasını zorunlu kılan bir şey vardır demekti. Evine, dünya güzeli gelse de bu denli koyu, iri, ivmeli bir çağrı üretmezdi; sanki kırılan bir bardağın içindeki sütün yerleri kirletmesindeki gibi kaygısızlık içinde söz ederdi. İlginç bir adamdı, gazetecinin bu arkadaşı; bir kadın çırılçıplak uzanmış olup şu soruyu ona sorsa: "Beni mi yoksa elimdeki şu kitabı mı?" dese, o kadın ne denli güzel, hoş, çekici olsa da alacağı yanıtın şu olacağına güvenmesi gerekir: "Kitabı"! "Dan Brown'nun, Da Vinci'nin Şifresi, filmini izledin mi?" diye sordu, gazeteci arkadaşına. "Hem de beş kez" dedi, gazeteci. "Eleştirin nedir?" "Kötü değil" "Film mi kötüyü değil eleştirin mi olumlu? Bak şimdi sana neler anlatacağım. O zaman yine düşün bu konuyu." "Anlat bakalım, sayın kuramsal yazarım" ?? "Öncelikle; Da Vinci de Dan Brown da yalan söyledi. Da Vinci, insanlık için yalan söyledi, Dan ise para ve ün için." -? "Da Vinci yalan söyledi çünkü kilisenin öğrettiği, savunduğu İsa'nın İsa olmadığını biliyor ve bunu gelecek insanlara anlatmak istiyordu, doğal ki bunu açıkça yapamazdı. Çünkü hem ağır bir kilise baskısı vardı hem de geçiminin çoğunu kiliseye yaptığı sanatsal işlerden sağlıyordu. Yüksek geliri olamasaydı, Mona Liza gibi bir kadını nasıl elinde tutabilirdi! Da Vinci'nin ?' Son akşam yemeği'' adlı tablosunu, Yuhanna İncili'ne göre yaptı, neden öteki İncil'lere göre yapmadı da?" "Neden?" "Çünkü Jesus'un yani Müslümanların sözüyle İsa'nın şifresini en iyi ancak Yuhanna'nın İncil'i içine saklayabilirdi. Çünkü İsa gerçekte ne şarap ne de başka bir sarhoş edici içki içmezdi çünkü içemezdi; içiyorsa peygamber değil demektir çünkü. Matta, Markos ve Lutta İncil'lerinde ise ya şaraptan ya da kaseden söz edilir ki Yuhanna İncili'nde bunlar yok. Da Vinci çok yüksek anlaklı (zeki) biriydi; öteki üç İncil'in kilisece sömürülebileceğini anlamıştı. Bilirsin İtalya, şarap ülkesidir de. Ve kilise de bu şarap ekonomisinden büyük pay alıyordu. Dolayısıyla, içki üreticileriyle anlaşma içine girip şaraplı İncil'llerin egemen yapılacağını anlamıştı. Kiliseyi vurmanın, ele vermenin tek yolu Yuhanna İncili'ydi. Ve Jesus üzerine sırlarını, ?'Son akşam yemeği'' adlı tablosuna sakladı. Ama o tabloya sakladığı, Dan Brown'un sandığı gibi şarap kasesi değildi, kiliseyi kandırmak için öyle yaptı çünkü doğal ki kilise, bu tabloda şarap ve kasesi nerede, diye soracaktı. O da hem Yuhanna İncili'nde bunun olmadığını hem de kaseyi Jesus ile havarisi arasına sakladığını söyleyecekti. Sanatla başkaldırı siyaseti yapmak oldukça eski bir yöntem ve beceridir. Puşkin de bunun ustasıdır. Kilise için şarap ve simgesi olan kase o denli çok önemliydi ki kilise, tablodaki arka pencereden süzülen gündüz ışığının ne anlama geldiğini bile düşünmedi. Oysa Tevrat'a göre Fısıh, gün batımından sonra başlardı. Kilise, İncil'i kendine uyarlama tutkusuna öylesine düşmüştü ki İncil'in kaynağı Tevrat'ı incelemek değil okumak ilgisi olsun göstermemişti. Ve en büyük yanlışını yaptı. Arkadaki pencereden akşam karanlığı değil de gün ışığı gelmesi, iki şeyi anlatmak içindi: Bir; Bu tablo, gerçeğe uygun değil, uyduruktur; iki, İsa içki içmezdi, kilise yalan söylüyor, kiliseye inanmayın, kiliseye baş kaldırın. Yani hem kilisenin yalancılığını, cahilliğini hem de çıkarcılığını, sömürücülüğünü anlatıyordu. Ateşte yakılmadan bunları anlatabilmenin tek yolu, İsa'yı değil sanatı çarmıha germekti yani. İncil der ki; İsa ve havarileri ayaklarını ve ellerini yıkayıp sofraya oturdular. Oysa bu tabloda, İsa'nın ve havarilerinin ayaklarında sandaletleri var ve yemeklerini sofrada, yerde değil masada ve çok pahalı, çok gösterişli bir ortamda yiyorlar. Hiç kimse, yemek yemek için ayaklarını yıkadıktan sonra yine ayakkabılarını giymez sofraya oturmak için. Yani Da Vinci'nin anlatmak istediği şuydu: Bunlar İsa ve havarileri değil kilise ve kilisenin din adamları! Ve ben baskı altındayım!" "Çok ilginç" dedi gazeteci. "Evet ilginç... Bu tablodaki kadın da Dan Brown'un dediği gibi Jesus'un sevgilisi de değil annesi Meryem de değil. Jesus'un sevgilisi yoktu. İncil der ki; ?'Sofrada, onlara Marta adlı biri hizmet ediyordu.'' Bu Marta, başka bir Meryem'in kız kardeşi yani Jesus'un ne annesi ne akrabası değil. Sanırım Dan Brown, dikkat çekmek, ünlenmek, duygu ve merak sömürüsü yapmak ve varsıl olmak için bunları demiştir. Ama Dan Brown bir yandan da kilisenin ekmeğine de yağ sürdü, ne kilise ne kendisi farkında olmamasına karşın. Çünkü ?'Onca yakışıklılığına ve gençliğine karşın, sanırım otuzlu yaşlardaydı, neden hiç sevgilisi yok, yoksa eşcinsel miydi?'' deniliyor, bazılarınca. Dan Brown, ona bir sevgili vermekle, eşcinsel olmadığını da ileri sürmüş oldu. Ama yanlış kişiyi, Jesus'un sevgilisi yaptı, en azından! Jesus'un eşcinsel olmasına gerekçe olarak bir de İncil'lerde denilen; ?' Sevdiği havari, Jesus'un göğsüne başını yasladı,'' gibi tümcelerin yinelenmesidir. Bu tümceden, en azından, Jesus'un öteki havarileri sevmediği anlamı çıkar ki bu da çok anlamsızdır. O havarinin, Jesus'un bağrına ikide bir başını yaslaması, Romalılar'a özgü olan, yerde yatarak yemek, içmek kültüründendir. Romalılar daha çok yemek ve içmek için yere uzanırlardı ve karınları dolunca da yanı başlarındaki özel kusma kaplarına kusarlar ve yemeyi, içmeyi sürdürürlerdi; öylesine çok severlerdi yemeyi, içmeyi. Yere uzanmış birinin göğsüne başını yaslamak da Türkiye'de bile vardır; bu, eşcinsellik demek değildir; sevgi, saygı, yakın arkadaşlık belirtisidir. Batı öylesine tıkanmış ki beyinsel, düşünsel ve mantık olarak, öyle açmaza düşmüş ki insanlıktan ve bilimsellikten uzaklaştığı için, tek çözümün cinsel yaklaşımlarda olduğunu sanıyor. Çevre, barış ve hayvan örgütlerinin çıplaklık içermesi bundan. Batıdan ve doğudan gelen şeylere bağımlılık tutkusu öylesine yerleştirilmiş ki topluma kimse onları irdelemek gereği taşımıyor; şeriatçı bir körü körüneliğin yanında bir de laik, demokrat, Batıcı bir körü körünelik var. Yani ülke, körler döğüşü ringine dönmüş. Türkiye Tarihi'ni ve Devletini ve karşıtlarını elek elek incelemekten geçirenler nedense kendilerini hiç eleştirmiyorlar, incelemiyorlar. Türkler, Türkiye'liler alçak gönüllüğü de yabancı tutkusunu da bırakmalı artık. Artık ne Batıdan ne Doğudan ne kuzeyden ne güneyden ne yerden ne gökten hiç bir şeyin, bu ülkeye, elini kolunu sallayıp kolayca girme mutluluğunu tatmasına, yaşamasına izin vermemek zorundayız. Buna başkaldırmalıyız herşeyden önce. Ve herşeyden önce Mustafa Kemal Atatürk adlı bir insana ve bilime, felsefeye, mantığa, usa, var oluşumuza onur sözümüz var." Gazeteci sordu: "İsa'nın, son akşam yemeğinde kaç havarisi vardı sence?" "On üç" dedi, kuramsal yazar. "On üç mü? İncil'lerde on iki yazıyor oysa. On üçüncüyü neden silmiş olsunlar ki?" "Bunu sana başka bir gün anlatırım. Gerçekte bence Jesus yani İsa şarap içiyorsa peygamber değil." "İçmiyorsa?" "Sana bir şey diyeyim mi. Gerçekte Jesus ya da İsa diye bir peygamber hiç yaşamadı, var olmadı. Bu; o zaman ki İskenderiyeli düşünürlerin, Yahudiliğe karşı ürettikleri bir kuram. Ve ilginç ki bizdeki Keloğlan'a olduğu gibi ona da inanan çok oldu." "Yaşamadı mı!?" "Hayır, öyle bir peygamber yok.'' "Ne yani, o yoksa; Kuran da yalan söylüyor demektir yani İslamiyet de? Yani Muhammed de peygamber değil demektir!" "Sana bir şey daha söyleyeyim. Gerçekte, doğa üstü ve dışı bir Yaratıcı da yok. Olmayan bir şey kimleri gönderebilir ki?" "Sence hiç peygamber yok mu, yani?" "Gerçekte, dinleri, adalet sağlayıcı olarak düşünürsek ilk peygamber Hammurabi gibi görünüyor çünkü ilk yazılı şeriatçı o. ?'Suçlunun elini kes; gözünü oy; canını al, '' gibi şeriat buyruklarını yazan ilk o. Ama bilimsel açıdan bakarsak o da peygamber değil." Gazeteci küçümseyerek sordu: "Hiç peygamber olmadı demek, hiç din de olmadı demekse, bu ne anlama geliyor?" "Bunun anlamı şu: Din henüz gelmedi, doğal ki peygamber de." "Ee, Yaratıcı yoksa dini ve peygamberi kim gönderecek?'' "Kimse göndermeyecek" dedi ilgisizce, kuramsal yazar; "Onu bilimsel insan yaratacak" "Bilim ve din?" dedi, köşe yazarı, kahkahayla gülerek. "Gülme, " dedi kuramsal yazar. "Neden gülmeyeceğim ya" dedi, köşe yazarı, gülmesini sürdürerek; "Sen delisin!" Ve ekledi yine; "Yoksa o dini sen mi kuracaksın, yoksa o peygamber sen misin!" Kuramsal yazar, katilini bağışlamış bir ölü gibi acıyarak baktı köşe yazarına: "Eğer deli olduğumdan kuşkun varsa bil ki o kişi ben değilimdir." "Ne?" dedi gazeteci, susarak, düşünerek. "Boş ver" dedi kuramsal yazar; "Son kilise sen değilsin, son Da Vinci de ben değilim." Gazeteci, çerez tabağından bir avuç çerez aldı. Kuramsal yazar: "Biliyor musun ben, Da Vinci'nin şifresi, filmini hiç sevmedim. Tom Hanks hiç uymamış ona. Sanırım Tom Hanks'in hiç rol yapmadan durduğu tek filmi bu olsa gerek. İnanmadığı bir şeyde oynayan biri gibi davranmış; ilgisiz ve yeteneksizce. Yüzü ve ağzı sanki İskender kebapçıdan yeni çıkmış gibi yağ yağ ışıldıyor gibi. Ya da artık yaşlandığı için rol yapma yeteneğini yitiriyor. Kadın oyunucun Türkçe seslendirmesi de olmamış; seslendiren kadının sesi çok yumuşak ve vurgusuz? Sesi güçlü, dolgun, vurgulu biri seslendirmeliydi. Tom Hanks yerine John Travolta iyi olurdu bence. Üstelik konu; çok sıradan biçimde, başka bir cinayet serisi üzerine kurulmuş. Sanki sanat öldürmek ve soyunmakmış gibi? Her filimde cinayet ve seks?. Yuh yani?. Bunlara sanat diyemem ben. Yalnızca, insanları sömürmek bu. Türk Sineması da yozlaşma çukurundan çıkmak yerine daha da dibine gitmeye çalışıyor. Sanki bu ülkede, elli yıllık bir sinema sanatı geçmişi yok gibi. Sanki sinema sanatı, yeni yeni kurulmaya başlanıyor gibi bu ülkede. Biz Türkiye'liler, biz Türkler çok değerli, önemli, güzel, anlamlı şeyler üretmeyi başarmak zorundayız. Yüzüklerin efendisi, Harry Potter gibi saçma sapan şeylerle insanlar ve toplumlar bilimsellikten uzaklaştırılıp emperyalizme, kapitalizme, faşizme, boşinançlara, yozlaşmaya, çürümeye, insanlıktan çıkmaya uygun duruma getiriliyor. Sonra da dan Brown'u incelemek, irdelemek kimsenin işi olmuyor." Gazeteci sordu: "Yani, Da Vinci'nin Son akşam yemeği adlı tablosu, tarihsel bir belge değil diyorsun?" ''Değil kuşkusuz ki. O, tarihsel bir belge değil, kiliseye başkaldırının saklı iletisi. Yani da Vinci demek istiyor ki bu, Jesus değil. Kilisenin Jesus'u da Jesus değil. Kilise ihanet içinde. Bilimselleşin?" Gazeteci, dayanılmaz heyacanını saklamaya çalışarak sordu: "On üçüncü havari kim?" Kuramsal yazar, konuşmasını sürdürdü: "Da Vinci; evlilik dışı bir çocuktu, o yüzden üniversiteye alınmadı. Ama çok zeki ve meraklıydı, düşünür olması zor olmadı. Son akşam yemeği, adlı tablosunu; Mona Liza, adlı tablosundan sekiz yıl önce falan yaptı ve ilginç ki Mona Liza'yı yolculuklarında bile yanında taşıdı. Çünkü; Son akşam yemeği, adlı tablosunun içine sakladığı sırrın sırrını da bu tablonun içine saklamıştı. O sır, Mona Lisa'nın kendisiydi. Yani; Son akşam yemeği, tablosu bir şifreydi ama Mona Liza, tablosu da onun şifresiydi. Yani Da Vinci; Mona Lisa'yı, kendine bakarak yapmıştı yani Da Vinci, kendi içine saklamıştı Mona Lisa'yı yani Son akşam yemeği, adlı tablodaki on üçüncü havariyi. Da Vinci gerçekte, Avrupa'daki Aydınlanma Çağı'nı başlatandır." -? "Yani on üçüncü havari, bir kadındı? Bu da, cadı avı içindeki kilisenin işine gelmezdi?" "İnanmıyorum!" "Bence öyle. Okuyan bilir ki dört İncil de birbirini tümden tutmaz. Öyle ki birinde İncil'in, şöyle yazar: İsa, İncil'i anlatıyordu!" Odayı mis gibi çay kokusu kaplamıştı. Yakmak için sigara çıkaran gazeteciye, kuramsal yazar, sol elinin işaret parmağını, "olmaz" anlamında salladı. Gazeteci, unutmuşçasına sordu: "Peki, o tabloda kase yok mu?" Kuramsal yazar, dinlenmek istercesine ağır ağır konuştu: "Yok; İsa ve havarileri içki içmedikleri için masada ne içki ne içki kasesi yok. Jesus ve yanındaki havarinin, bir vazo oluşturacak gibi yana kaymış olmaları da arka pencereden, Jesus'un ve havarilerinin yakalanacağı, ünlü Zeytinlik Dağı'nı göstermek için yapılmış bir sanattır. Yani Da Vinci, o sahnede hem şimdiyi hem de geleceği yani kaderi göstermek istemiş. Şimdi yani kilise, gelecek yani kilise egemenliğinin yıkılması. O yer de bir köylü kadının evine benzemeyecek kadar varsıl bir yer yani gerçekte orası, köylü evi değil halkı sömüren, halk yokluk ve acı içinde yaşarken kendileri bolluk ve zevk içinde yaşayan kiliseyi ve kilise adamlarını anlatıyor. Çok anlaklıca(zekice) değil mi! Jesus'un sözünü ettiği kase başka kase! Don Brown bunu anlayamamış. Da Vinci, tarihin büyük provokatörlerinden biriymiş anlayacağın! Sanat, göstermez, anlatır." "Hangi kase?" "Her şeyi bugün öğrenmek istiyorsun! Olmaz !" Gazeteci sevinçle kahkaha attı: "Ne yani, on üçüncü havari Mona Liza mı!" Necdet Gürçiftçi 2009-ocak tarihinde internette yayınlandı.
Düzenleme: 10.07.2017 / 03:28
Kapat/(ESC)
Yorum Düzenleme

Yeni Üyeler

  • Pirinctanesi
  • Mefail
  • turgaykurtulus
  • Celal
  • umsena
Kapat/(ESC)
Tavsiye
Adınız:
Sizin eposta adresiniz:
Alıcının eposta adresi:
Mesajınız:
Doğrulama Kodu:
captcha refresh
Kapat/(ESC)
İletişim
Adınız:
Eposta adresiniz:
Mesajınız:
Doğrulama Kodu:
captcha refresh
Kapat/(ESC)
Rastgele Şiir